Hüküm kökünden sözcükler Kur'an'da isim ve fiil olarak 90 civarında yerde kullanılmıştır. Bunların büyük bir kısmı, hüküm vermede Allah'ı öne çıkarmaktadır. Ama hemen söyleyelim ki Kur'an, "Allah'ın gösterdiğini ve indirdiğini" dikkate almak şartıyla insana da hüküm verme yetkisi, yani hakimiyet hakkı tanımaktadır.
Mutlak Hâkim ve Mâlik, Allah'tır. (6/57, 62; 12/40,67; 28/70, 88; 35/13; 39/6) Yani söz, karar ve tasarruf O'nundur. O halde O, mutlak hâkimiyetinin kendisine verdiği yetkiyle yarattıklarından birine, örneğin insana hakimiyet hakkı verebilir. Soru şudur: Mutlak hakim olan Allah, insana kulluk imkanları içinde kullanacağı bir hakimiyet yetkisi vermiş midir, vermemiş midir? Kur'an'ın açık beyanlarına göre, insana bu hakimiyet verilmiştir.
Hüküm yetkisi öncelikle peygamberlere verilmiştir. (2/213; 4/65; 5/42,44; 24/48, 51; 21/78, 79; 38/22, 26) Ancak, insana verilen hüküm/hakimiyet yetkisi sadece nebiler için söz konusu değildir. Kur'an, nebiler dışında insanların da bu yetkiye sahip kılındığını göstermektedir. İnsanın hüküm yetkisi kullanmasından söz eden ayetler üç kavramın altını çizmektedir. Bunlar:
1. Adalet,
2. Allah'ın indirdiği,
3. Allah'ın gösterdiğidir. (4/58, 105; 5/44, 45, 47)
İnsanın hakimiyet yetkisinin olduğu tartışmasızdır. Ancak bu hakimiyet Allah'ın indirdiği, gösterdiği ilkeler çerçevesinde ve adalet üzere olacaktır. Tartışmaların çıktığı anda da yeniden Allah'a başvurulacaktır:
"Bir şeyde ihtilafa düştüğünüzde onun hükmü Allah'adır." (Şûra, 10)
Bu ayet insanın kullanacağı egemenliğin sınırlı, Allah'ınkinin sınırsız olduğunu göstermektedir. Yani, mutlak ve ontolojik hakimiyet (ultimate sovereignty) Allah'ındır. Bunu, insanın kullanımına bırakılan siyasal hakimiyet (exercise of power) ile karıştırıp "Hakimiyet Allah'ındır" diye bağırmak, aslında Allah'a saygının değil, saygısızlığın ifadesidir. Çünkü bu söz, Allah'ın insana verdiği bir göreve itiraz anlamı taşır.
Kur'an'ın, Allah'ın egemenliğini ısrarla dile getirmesi, insanın hiç bir egemenlik hakkının olmadığını göstermek için değil, mutlak egemenliğe göz diken insan hırsını dizginlemek ve insana haddini bildirmek içindir. Bunda şaşılacak bir şey yoktur. Şunu gayet açık bilmekteyiz:
Modern zamanları bir kenara koyarsak, tarih boyunca, egmenliğin tek sahibi sayılan kral-sultan (tanrı-devlet), aynı zamanda yarı ilah-gölge ilahi bir varlık olarak görülmüştür. Kur'an, bu inceliğe dikkat çekerken eski Mısır Firavunları ile Hz. İbrahim'in karşı çıktığı Nemrut'u örnek vermektedir. Bunların birincisi, yönettiği Mısır halkına: "Ben sizin en yüce rabbinizim" (Nâziât, 24) diyordu. Nemrut ise, Allah'ın yaratıcılığından, var ediciliğinden söz açan İbrahim'e, "Ben de diriltir, ben de öldürürüm" (Bakara, 258) diye cevap veriyordu. Ne ilginçtir ki Kur'an, bu iki yarı ilah kralın, sergiledikleri saçmalığı kendilerine verilmiş bulunan mülk ve saltanatın verdiği azgınlıkla yaptıklarını söylemektedir. Kur'an'ı rahatsız eden, mülk ve saltanatın işte bu şekilde kötüye kullanılmasıdır.
Kur'an bu örneklerle gösteriyor ki hak ve halk aleyhine sürüp giden egemenliklerin tarih boyunca temsilcisi olmuş "kral" sadece yönetim yetkisi değil, ilahlık yetkisi de kullanmıştır. Kırılması gereken işte bu ikincisidir. Emr (egemenlik, yargı ve komuta yetkisi) Firavun'a bile verilmiştir; Kur'an buna itiraz etmiyor. İtiraz edilen ve kötülenen, bu yetkinin kötüye kullanımıdır. İnsanoğlu, ulûhiyet alanına girmek küstahlığını göstermekten çekinmemiştir.
Yartıcı'nın mülk ve hakimiyetinin iki temel belirişi vardır:
- Tekvinî (ontolojik-kozmik) beliriş,
- Teşriî (yasa koyma-yönetme-yargılamaya ilişkin) beliriş.
Kur'an açısından hakimiyet kavramı ile ilgili sözün özünü, dahi usulcü (metodolojist) Karafî (ölm. 684/1285) söylemiştir kanaatindeyiz. Diyor ki Karafî, "Allah'ın hükmü, O'nun zatıyla kaim olan kelamı demektir. Kitap (Kur'an) ve sünnetin lafızları O'nun hükmünün kendisi değil, delilleridir. O halde, Allah'ın, hükmediciye aktarılmış hükmü de olur. Herhangi bir hakime devredilmiş hüküm de Allah'ın hükmüdür." (Karafî; el-İhkâm, 58)
Şunu da ekleyelim: Hz. İsa'nın "Tanrı'nın hakkını Tanrı'ya, Kayser'in hakkını Kayser'e verin" sözü, mistik bir teslimiyet ifade etmiyor. Tam tersine , Hz. İsa o sözüyle kralın, egemenliği saptırarak, hakkı olmayan ulûhiyet alanına girdiğini, onun o alndan çıkarılması gerektiğini söylemektedir. Kral, sadece siyasi egemenlik kullansın, ulûhiyet alnına giren egemenliğe el atmaya kalkmasın. İsa'nın bu sözü, siyasal egemenliğin bir görev olmaktan çıkarılıp, ebedi bir hakka dönüştürülerek zulüm ve sömürü aracı yapılmasına da karşı çıkıyor. Bunu içindir ki hz. İsa, "Kralın hakkını krala verin!" gibi, görünüşte mistik bir teslimiyet ifade eden sözüne rağmen, hatta belkide o sözü söylediği için ölüme mahkum ediliyor. Anlaşılan o ki, Hz. İsa'nın sözündeki gerçek anlamı, İsa'yı izlediklerini söyleyen ruhban sınıfından çok, krallar ve onlara bağlı egemen sınıf kavramıştır.
Altı çizilmesi gereken bir nokta da şudur:
Kur'an, egemen gücü, insan olmaktan çıkarmıştır. Egemen güç, Allah'ın indirdiği-gösterdiğidir. Yani ilkeler. Bunu modern zamanın hukuk diline çevirirsek, egemen güç, hukukun ilkeleridir.
Modern hukuk anlayışının ittifak noktalarından biri olan bu tespit, Kur'an'da yüzyıllar öncesinden verilmiştir. Ne var ki; onun hayata geçmesi için insanın çok uzun bir yol yürümesi gerekmekteydi. yol yürünmüş, çamura-dikene takıla takıla yürünmüş ve bugüne gelinmiştir. Bugün için sulta, artık kişinin veya kişilerin değildir, olmamalıdır. Hükûmet edenler, sultanın sahibi değil, emanet taşıyan görevlileridir. Sultanın sahibi, tüzel kişilik olan devlettir deseniz bile, son tahlilde bu da yine hukukun egemenliği anlamına gelmektedir.
"Yöneticiye, zalim de olsa itaat gerekir, çünkü, o tanrısal iradeyi temsil ediyor." yolundaki geleneksel dinci anlayış, Hıristiyanlığa Pavlus tarafından sokulmuştur. (bk. Romalılara Mektup, 13/1) Emeviler tarafından İslam'a aktarılarak saltanatı desteklemek için kullanılan bu Pavlus kaynaklı tez, sonraki zamanlarda Emevi avukatı ulema tarafından bir inanç ilkesi olarak İslam'ın içine şu şekilde yerleştirildi:
"İmam (devlet başkanı-yönetici), ahlaksızlıklar (fısk) ve zulümler (cevr) sergilese de azledilemez."
Kur'an, Nisa 75, hukuk ve adalet dışı yönetim sergileyenlere karşı savaş istiyor. Ama saltanat destelçisi fakihler, bırakın Nisa 75'i işletmeyi, saltanatçı söylemlere dayanak yarartmak için, hadisler bile uydurmuştur. bu uydurmaların en ünlüleri şunlardır:
"Sultan (kral), yeryüzünde Allah'ın gölgesidir." (Bu din ve akıl dışı hezeyanın uydurmalığı hakkında bk. Elbânî; el-Ahadîs ez Zaîfa, 1/687;2/69-70; 4/159-162. Bu konuda diğer uydurmaların eleştirisi için bk. Bâkırî, 218-220) Uydurmanın bir ifadesi de şudur: "Sultana sövmeyin, çünkü sultan yeryüzünde Allah'ın gölgesidir." (Elbânî, aynı eser, 5/289)
DİN KURMA ERKİ TANRI'NIN TEKELİNDEDİR
Yönetim ve yargıda kendisine sınırlı bir hakimiyet verildiğini gördüğümüz insana bu hakimiyetin bir tek alanda asla verilmediğini de kur'an'dan öğreniyoruz. Bu alan din kurma, din kotarma ve dinde hüküm koyma alanıdır. Din kurma ve dinde hüküm yetkisi, ulûhiyetin devretme, uzlaşma ve bölünme kabul etmeyen yetkisidir. Allah bu yetkinin kullanımında iştirak kabul etmez. Bu öylesine tartışılmaz bir gerçektir ki; dini insanlığa tebliğ eden peygamberlere bile dinde sadece "tanrı'ya elçilik" görevi verilmiş, bu görevi "Tanrı'ya ortaklık" biçiminde anlamaya kalkmamaları için çok titiz uyarılar yapılmıştır.
Allah'ın hakimiyetini politik egemenliklerinin dayanağı gibi kullananlara dikkatle bakılırsa görülür ki bunlar; eski ulemanın mezhep ve tarikat kabullerini dinin tartışılmaz esasları haline getirerek Allah'ın hakimiyet alnına pervasızca girmiş, o alanı tarumar etmişlerdir.
Allah'ın insana verdiği görev icabı, hakimiyetin kullanılabileceği alana engeller yığıp, Allah'ın "Asla yaklaşmayın !" dediği alanda keyfince dolaşmak, sonra da Allah'ın vekili edasıyla ona buna hakimiyet dersi vermek, siyaset dinciliğinin politika sermayesi olmaya devam etmektedir.
ALLAH'IN İNDİRDİĞİ DENİNCE NE ANLAMALIYIZ ?
Müslüman düşünür Musa Cârullah (ölm. 1949) ne güzel söylemiştir: "Allah Rabbul Âlemîn 'Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler zalim-kâfirdir' demişse Allah'ın indirdiği ile Tenvîrlerde, Bezzâziyelerde, Camiu'r-Rumûlarda yazılmış hükümleri kastetmemiştir.". (Musa Cârullah; Rahmet-i İlahiye Burhanları, 84)
Allah'ın indirdiği, geleneksel fıkıh kitaplarındaki yorumlar olmadığı gibi sadece din buyrukları da değildir.
Allah'ın esas indirdiği, aklın hükümleridir. Din buyrukları ondan sonra gelir.
İslam fıkıh tarihinin onur burçlarından biri olan Kadı Abdülcebbar (ölm. 415/1025) ünlü eseri el-Muğnî'de, önce, akıl ile vahiy ilişkisinin dayandığı ve daha sonra tüm Müslüman düşünürlerce tekrarlanacak ilkeyi belirliyor:
"Akıl ile vahyin kaynağı birdir, Allah'tır; dolayısıyla bu ikisi çelişip çatışmaz. Eğer çatışır gibi görünürlerse akıl esas alınır, vahyin verileri akla uygun hale getirilmek üzere tevil edilir." (Kadı Abdülcebbar; el-Muğnî, 8/280)
Abdülcebbar bu temel ilkeden çıkacak pratik sonuçlara da dikkat çekmiştir. Şöyle diyor:
"Akıl ile zaten bilinebilecek hükümleri dine izafe etmek gerekmez. Vahiy olmasaydı bilinemeyecek hükümler olan ibadetler ise akla havale edilemez. Akıl bunların hikmet ve maslahatlarını bilemez." (Aynı eser, 15/26, 17/102)
Bu anlayışın zorunlu sonucu olarak Abdülcebbar dinsel deliller sıralamasında ilk sıraya aklı koymaktadır. Kur'an ikinci sırada, sünnet ise üçüncü sırada yer alıyor. Abdülcebbar'a göre, akli yani muamelat alanında peygamberi/peygamberleri örnek almak gerekmez. Hatta böyle bir şey isabetli, sağlıklı olmaz. (Aynı eser, 17/270)
Dâhi kadımıza göre, iman ve ibadet alanı dışındaki konularda aklın verileriyle Kur'an ayetleri hükümden düşürülebilir. Ekleyelim ki bu konuda Abdülcebbar'ın, kendisinden yaklaşık yüz yıl önce ölmüş bulunan bir selefi vardır: Ehlisünnet çevresinden İmam Mâtürîdî (ölm. 333/944). Mâtürîdî, Te'vilatü'l-Kur'an adlı eserinde, Kur'an'ın muamelât (hukuk alanına ilişkin işler) hükümlerinin içtihat ile neshedilebileceğini söylemekte ve örnek olarak da Halife Ömer'in, Müellefetül Kulâb'a zekattan pay verilmesini emreden Kur'an ayetini "Bugün böyle bir şeye ihtiyaç yoktur" diyerek askıya almasını göstermektedir.
Tüm bu akılcı yaklaşımlar, yaklaşık üç yüz yıl sonra gelecek olan dev Mâlikî fakîhi Necmuddin et-Tûfî (ölm. 716/1316) tarafından bir fıkıh ekolüne dönüştürülerek, "Muamelatta hükümler maslahata (kamu menfaatine) göre belirlenir. bu alanda dinin verileri sadece birer örnektir, tüm zamanları bağlamaz" diye özetlenebilecek olan ünlü "maslahat" felsefesiyle doruk noktasına ulaştırılacaktır.
Kur'an bize gösteriyor ki; şu değerler "Allah'ın indirdiği" kavramının içindedir:
- Allah'ın, işletilmesini ısrarla emrettiği ve evrenin sırlarını çözücü kıldığı akıl,
- Varlık hayat ve insana egemen olan yaratılış kanunları (sünnetullah),
- Bilim,
- Mâruf yani ortak evrensel insanlık değerleri.