Türkçe'de tek kelimeyle karşılığı olmayan hamd, bir güzelliğin veya nimetin kaynağı ve sahibi olan kudreti, övgü ve yüceltme duygularıyla anmaktadır. Bunu, övmek diye tek kelimeyle ifadeye koymak yeterli olmaz. Türkçemizde yine övmek olarak bildiğimiz medih (methetmek) herhangi bir güzellik ve nimeti, yüceltme duygusu taşımadan övamektir ki, hamdin yerini tutmaz. Bir başka deyimle, her hamdde bir medih yönü vardır; fakat her medihte hamd yoktur.
Hamd, bütün müfessirlerin ve Arap lügatçilerinin ortak kanaatlerine göre, en geniş anlamda şükürdür. Şükürle farkı, hamdin dille yapılmasıdır. Şükürse hem dille hem de hareket ve davranışlarla ifade edilebilen bir yüceltme yoludur. (bk. burada, Şükür mad.) Ayrıca şükür, mutlaka elde edilen bir nimet karşılığında yapılır. Halbuki hamd, nimetin Yaratıcısına, o nimet fiilen bize ulaşmasa da yapılmaktadır. Bu yüzden, Allah'a hamd, her hal ve şartta, şükürse bize ulaşan nimetler karşılığında yapılır. Ve bu yüzden, fazlalaşmasını istediğimiz şeyler için şükrederiz.
Hamdin şükür ve medihle farkları şu tespiti zorunlu kılıyor. Hamd, Yaratıcı dışında hiçbir şahıs ve kuvvete yöneltilmeyecek bir övgü türüdür. "Hamd, nimetleri sınırsız ve sonsuz olan kudrete yapılır ki, o da Allah'tır. (Taberî)
Hamd, kişisel ve basit menfaatler karşılığı ifade edilen bir övme değildir. Evrensel ve küllî değerlere duyulan hayranlığın bir ifadesidir ki, kişisel yararlarımıza ters düşen durumlarda da dile getirilebilir. Kişisel çıkarların hareket noktası yapıldığı övmelerin, Kur'an'ın gösterdiği hamde ters düştüğüne dikkat çekilmiştir. Müfessir Fahreddin Razî (ölm. 606/1209) bu noktada bize çok ilginç bir anekdot sunuyor:
Tasavvuf tarihinin büyük isimlerinden biri olan Serî es-Sakatî (ölm. 251/865) yaşadığı devirde Bağdat'ın en büyük tüccarlarından biri idi. Bir gün evinde oturmakta olduğu bir sırada, bir haberci heyecanla içeri girdi ve Serî'ye, Bağdat Çarşısı'nın yandığını söyledi. Haberi duyan Serî, şaşkınlık ve ürpertisini ifadeye geçmeden haberci şunu ilave etti: "Fakat sizin dükkanınıza bir şey olmadı." Olayın bizi ilgilendiren kısmı bundan sonrasıdır. Yıllar sonra bir gün Serî'ye "Nasılsınız" diye sorulduğunda o, şöyle demiştir: "Yıllar önce ağzımdan çıkan bir "Elhamdü lillah" sözü için Allah'tan affımı dilemekle meşgulüm" Bunu hayretle karşılayan dostuna Serî'nin verdiği cevapsa şudur:
"Bağdat Çarşısı'nın yandığını söyleyen haberci benim dükkanımın kurtulduğunu ilave ettiğinde, nefsim bana elhamdü lillah dedirtti. Başkalarının mutsuzluğu yanında benim çıkarımın korunmuş olması üzerine hamd etmiş olmanın acısı ve utancı içinde yıllardır Allah'tan beni bağışlamasını diliyorum."
Demek oluyor ki hamd, Allah'ın tanrılık vasfının sayısız hikmetlerini düşünerek tanrılık sıfat ve kudretini övmektir. Bu kudretin karşımıza çıkardığı varlık veya olay bizim kişisel hesabımıza ters düşse de hamd yapılmalıdır. Bu yüzdendir ki, Fatihanın ilk ayetinde "Ben hamdederim" veya "Biz hamdederiz" yerine "Hamd Allah'a mahsustur" gibi, evrensel ve küllî bir ifade kullanılmıştır. Böylece hamd, insanların kişisel bağlarından kurtarılmış, Yaratıcı Kudret'in bir hakkı olarak tescil edilmiştir.
Hamd, insanlar yapsa da, yapmasa da ve insanların hamdlerinden önce de, sonra da Allah'a mahsustur, O'nun hakkıdır.
"İlkte de sonda da hamd, Allah'a mahsustur." (Kasas, 70)